İnsanlığın Bilgi ve Kültür Mirasına Katkı için Elele

Kitap Bağışı Alan Yerler

Kitap Bağışı Alan Yerler

Kitaplarımın bir kısmını kitap bulamayan diğer insanlarla paylaşmaya karar verdiğimde “kitaplarımı bir ayıklayayım da, bağışlayacak yer bulmak kolay diye düşünmüştüm. Kitaplarımı ayıklamayı bitirdikten sonra artık sıra kitaplarımı diğer insanlarla paylaşmak için bağışlamaya gelmişti. İşe arkadaşlarıma sormakla başladım: “Nereye kitap bağışı yapabilirim, hangi kurumlar kitap bağışı alıyor, kitap bağışı alan bir yer biliyor musun?” diye. Kimisi semt kütüphanesine vermemi söyledi, kimisi fakir-fukaraya dağıtmamı söyledi, kimisi belediyeye, kimisi semtteki okula bağışlamamı söyledi.

Semt kütüphanesine gidip kitaplarımı onlara bağışlamak istediğimi söyledim. Fakat oradaki görevli kütüphanenin bağış kitap almadığını söyledi. Belediyeye, semt okuluna telefon edip kitaplarımı onlara bağışlamak istediğimi söylediğimde de aldığım cevap: “Kitap bağışı almıyoruz” oldu. Bağışlamak istediğim birbirinden değerli, bana çok şey öğreten, hayatımı güzelleştiren kitaplarımı başka insanlara da öğretsin, başka insanların hayatını da güzelleştirsin diye bağışlamak istiyordum, ama hiçbir kurum kitaplarımı almıyordu!  Benim için bu kadar özel ve değerli olan kitaplarımı kurumların bağış olarak bile almayı kabul etmemesi beni hem çok şaşırttı hem de çok üzdü 🙁

Kitaplarımı bağışlayabileceğimden ümidi kesmek üzereyken aklıma internette araştırma yapmak geldi. Arama motoruna “kitap bağışı alan yerler” diye yazınca arama motorunun getirdiği ilk sonuç: ZEST’in “Türkiye’de Kitap Bağışının Adresi ZEST‘dir” diyen sayfası oldu. Onu tıklayınca ZEST’in Türkiye’nin her yerine onbinlerce kitap bağışı yaptığını görünce ben de Türkiye’de kitap bağışının adresinin ZEST olduğunu ve kitaplarımı bağışlayabilmek için bugüne kadar boşuna uğraştığımı anladım.

ZEST’le iletişim kurduğumda kitap bağışında “hukuka uygun” kitaplar olması dışında kitaplar arasında bir ayırım yapmadıklarını, bütün kitaplara kapılarının açık olduğunu söylediklerinde çok sevindim. Bence de kitaplar arasında ayrım yapılmamalı.

Kitaplarımı bağışlamamda ZEST’te bana 3 seçenek sundular:
* Kitaplarınızı siz getirebilirsiniz. ZEST’i ziyaret eder, tanışır, kitaplarınızı bağışlarsınız.
* Kitaplarınızı PTT/kargo ile gönderebilirsiniz.
* Kitapları biz gelip alabiliriz.
Bir bağışçı daha ne isteyebilir ki, bundan iyisi Şam’da kayısı 🙂

Kitaplarımı kendim götürüp tanışmayı tercih ettim ben. İyi ki de böyle yapmışım. Kitaplarımı bağışlamam vesilesiyle başta değerli insan ZEST başkanı Av.Veysel Danış ve daha bir çok iyi zeki insanla tanıştım, yeni dostlar edindim.

ZEST kitaplara, kültüre kucak açmış bir kurum. İyi ki ZEST var.  ZEST gerçekten Türkiye’de kitap bağışının adresi.

Şengül Karaca

Kütüphane – Mehmet Nuri Yardım

Kütüphane – Mehmet Nuri Yardım

mehmet-ali-diyarbakirlioglu-koskerSınıftaki masasında oturan Kerem Öğretmen, tane tane konuşuyordu. Tıpkı örnek aldığı ilkokul hocası gibi. “Çocuklar, okumak insana çok şey öğretir. Nasıl gıdalar bedenimizi ayakta tutuyorsa kültür de ruhumuzu besler, zihnimizi açar, hâfızamızı zenginleştirir. Benim bu sınıfta zaman zaman size bahsettiğim Tevfik Öğretmenim yüzlerce şiiri ezbere biliyordu, rahatlıkla onları teklemeden bize okuyordu. Şayet çok kitap okumasaydı, kendisini yetiştirmeseydi, böyle güçlü bir belleğe sahip olabilir miydi?”
Allah’ın takdiri. İlkokulu okuduğu mektepte görev almıştı işte. Çok sevdiği öğretmenlik mesleğini yapıyordu ve burada öğrencilere ders veriyordu. Sıralarında oturan öğrencilere baktıkça geçmişe dalıyor, 20 yıl öncesini anıyordu. İşte Cemal şu köşede oturuyordu, Ayşe en ön sıradaydı. Arkadaşı Remzi dersi kaynatmak için en arka sıraya yerleşmişti. Fakat Tevfik Öğretmen, sınıfa girince bütün plânlar bozuluyor, herkes dikkatli bir şekilde o sevimli, tombul ve eğitici öğretmene kulak veriyordu.
– Bilir misiniz çocuklar, ben de sizin gibi işte bu okulda okudum, hatta bu sınıfta bulundum. Okulumuz aynı, hiç değişmemiş, sadece boyaları daha canlı, okuma köşeleri, itfaiye köşesi ve gazete köşesi farklı. Biz de sizin gibi şu sıralarda oturduk, öğretmenlerimize kulak verdik, okuduk, çalıştık ve işte öğretmen olduk. Ama kendimize örnek aldığımız biri vardı: Tevfik Öğretmen. Onu unutamıyorum, vefatına kadar ziyaret ederdim kendisini. 80 yaşına geldiği halde evindeki o sedirde anlatmaya, öğretmeye devam etti. Bilgiden hiç soğumadı, edebiyatı, tarihi çok seviyordu. Hele İslâm tarihi… Onun sayesinde kendi tarihimizi öğrendik, ecdadımızı sevdik, yaşanmışlıklardan ibret çıkardık. Bilemezsiniz çocuklar, o ne kadar iyi bir öğretmendi!
Gözleri dolmuştu bir an için. Nedense Tevfik Öğretmeni hatırladıkça, adını andıkça bir hüzün kaplıyordu içini. Gözleri hemencecik nemleniyordu. Yaşlanıyor muydu ne? Hâlbuki henüz genç sayılabilecek 30’lu yaşlarını sürüyordu. Ama işte yaşanmış güzellikler, o çocukluk anıları, arkadaşlıklar, komşuluklar bir türlü gözünün önünden gitmiyordu.
Bir ses, hayallerini böldü. Sınıfın en sevimli öğrencisi Ömer’di bu:
– Ama siz de çok iyisiniz öğretmenim!
– Teşekkür ederim Ömer, ama Tevfik Öğretmen başkaydı. Ona lâyık olabilsem keşke! Bizi kütüphaneye alıştırdı, okuldan çıkar, kütüphaneye giderdik. Size bahsettiğim bütün yazarları o zaman tanıdım, masallarını, hikâyelerini, romanlarını okudum. Hatta o zaman heves ederek, ilk şiirlerimi yazdım. Allah ona rahmet etsin. İnşallah sizler de yetişecek ve idealist birer eğitimci, birer Tevfik Öğretmen olacaksınız!
İçinde kütüphanesi bulunan büyük sınıf, bayraklarla süslüydü. Camlar pırıl pırıl, tahta bilgilerle donatılmıştı. En güzel sözler her gün tahtaya yazılıyordu. Bugün tahtada yer alan söz ise kitapların toplu olarak bulunduğu kütüphaneler hakkındaydı ve şöyleydi: “Kütüphaneler, her zaman gittiğimiz, ruhumuzu doyurduğumuz, kafamızı aydınlattığımız ve kalbimizi ısıttığımız kutlu mekânlardır.” Kimin sözüydü bu, bir atasözü mü, bir vecize mi bilinmez. Ama her gün bir öğrenci sırayla güzel bir söz buluyor ve onu tahtaya yazıyordu.
Kerem Öğretmen, tahtadaki sözü bir daha okudu ve anlatmaya başladı. Kütüphanelerin toplum hayatındaki önemli yerinden bahsediyordu ki bir an siren sesleri duyulmaya başlandı. İtfaiye okulun hemen altındaydı. İlçede bir yangın çıktığında söndürme araçları hemen buradan çıkardı. İtfaiye vasıtaları yangın yerine çabucak gider ve korkunç alevleri söndürüp can ve mal kayıplarını önlemeye çalışırdı. Bu siren seslerini sevmezdi Kerem Öğretmen, ama mecburen sık sık duymak zorundaydı. Çünkü okul, itfaiyenin hemen bitişiğindeydi. Her siren sesinde bir acı hissederdi, her siren düdüğünde bir felâket duygusuna kapılırdı ister istemez. Ya bir ev yanıyordur şimdi, ya da bir işyeri kül oluyordur. Belki de yoksul bir insanın kulübesidir tutuşan. Belki de çoluk çocuk yanma tehlikesi geçiriyordur.
Pencereyi merak ve korkuyla açtı, koşuşturan itfaiye erlerine baktı, büyük bir telâş içindeydiler. Kuşkulandı, yanan resmî bir yer mi yoksa, kaymakamlık olabilir miydi acaba? Küçük yangınlarda tek araba çıkardı itfaiyeden, ama şimdi peşpeşe arabalar çıkıyordu irili ufaklı. Daha da arttı merakı Kerem Öğretmen’in. Az ileride arabaları yönlendiren itfaiye çavuşuna seslendi:
– Aziz Çavuş, geçmiş olsun, hayrola?
Aziz Çavuş biraz da yangınlara alışkın bir eda ile karşılık verdi:
– Sorma hocam, bir yangın daha çıktı başımıza. Ama bu sefer büyük anlaşılan, telsizde ‘kütüphane’ dediler. Teröristler yakmış herhalde! Oraya gidiyoruz.
Kütüphane mi? Çocukluk yıllarını yaşadığı, roman kahramanlarıyla at koşturduğu o güzelim kütüphane mi yanıyordu? Ömer Seyfeddinleri, Kemalettin Tuğcuları okuduğu o güzel, o kutlu bina mı tutuşmuştu? Aman Allah’ım! Ya kitaplara bir şey olduysa?
Son dersin son dakikaları da bitmişti zaten. Zilin çalmasıyla hızla sınıftan ve aynı süratle okuldan çıktı. Soluğu bir nefeste ilçenin merkezinde olan kütüphanede almıştı. Çarşı neredeyse bomboştu, anlaşılan herkes yangın yerine gitmişti. Yaklaştıkça kirli dumanları görüyor, endişesi daha da artıyor, korkusu büyüyordu.
İki katlı kütüphanenin önüne geldiğinde ilçedeki vatandaşların kenara toplandığını gördü. Herkes, ejderha misali alev kümeleriyle binayı saran, sonra da parça parça yutan bu korkunç afete hayretle, endişeyle, korkuyla bakıyordu. Evet ilçenin biricik kütüphanesi yanıyordu. İtfaiye erleri, araçlardaki suyu büyük hortumlarla binanın üstüne püskürtüyor, yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Yangın ise inadına büyüyor, daha korkunç daha ürkütücü bir hâl alıyordu. Çatı tamamen yanmış ve çökmüştü. Üst kat simsiyah olmuş, kızıl alevler aşağıya doğru hızla iniyordu.
Aradan saatler geçti. Kerem Öğretmen büyük bir acıyla seyretti o çocukluk rüyasının yanışını. Hüzün, bedenini tamamen kapladı. O sarı renkli binanın siyaha bürünüşünü ıstırap içinde gördü. Kitap raflarının korkunç gürültülerle devrilişi sonra da ahşap kitaplıkların cayır cayır yanışı dayanılacak gibi değildi. Hele o kitaplar, o bükülen kapaklar. İlim, irfan ışığı olan o eserlerin yanarak kavruluşları onu can evinden vuruyor, büyük bir acıyla yakıyordu. Yangını ta yüreğinde, can evinde hissediyordu. Bütün vatandaşlar, yangını görmeye gelenler ‘ah vah’ ediyor, bu inanılmaz olayı gözlerini iri iri açarak seyrediyor, sanki gelecekte anlatılacak korkunç bir hadiseyi hâfızalarına nakşetmek istercesine bakıyor, bakıyorlardı. Üç saat geçti, üç yıl gibi. Kerem Öğretmen, geçmişte birkaç kitabın yakıldığını yaşamış ve o acıyı ömrünce unutmamıştı. Ama şimdi yanan birkaç kitap değil, yüzlerce, binlerce, hatta onbinlerceydi. Büyük bir hazine, cehennemi andırırcasına işte gözlerinin önünde yanıyor, eriyor, kül oluyordu. O çocuk dergileri, edebiyat mecmuaları, romanlar, hikâye kitapları, tarih kitapları, sözlükler… O ödevini yapmak için sayfa sayfa taradığı ansiklopediler…
Yorucu bir çabadan sonra nihayet yangın söndürülmüştü. İtfaiye erleri çok yorulmuş ve kenara çekilmişti. Tonlarca suyu kızıl alevlerin üstüne salmışlardı. Ve nihayet son alevler de acımasızca intikamını almak isteyen bir düşman gibi bitip yere serilince, o dehşetten bir küle dönüşünce ortaya simsiyah, kapkara, korkunç bir manzara çıktı. Kütüphane yanmıştı, kitaplar yanmıştı, hayaller yanmıştı, ümitler yanmıştı, gelecek yanmıştı.
Kerem Öğretmen’in gözleri dolmuş, yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Yanaştı. Koskoca bina, yıkılmış, yakılmış, devrilmiş bir heykel gibi işte gözünün önünde duruyordu. Kitaplar ve raflar alt alta, üst üste kapaklanmıştı. Kenarda duran bir kitaba ilişti gözü. Çok sevdiği yazar Refik Halit Karay’ın Gurbet Hikâyeleri kitabıydı bu. Yarısı yanmıştı, ama kapağından tanımıştı onu. Perişan kitabı yerden aldı, kapağını açtı, sayfaları çevirdi. O çok sevdiği hikâye karşısına çıkmıştı işte. “Eskici”. İlk sayfaları yanmış, kararmıştı. Hiç okunmuyordu, son satırlarıyla teselli bulurken koca öğretmenin gözlerinden engelleyemediği ince ince yaşlar yanaklarından aşağıya süzülerek akıyordu:
“Hasan yüreği burkularak sordu:
– Gidiyor musun?
– Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
– Ağlama be! Ağlama be!
– Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
– Ağlama diyorum sana! Ağlama!..
Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.”

Mehmet Nuri Yardım

Veysel Danış, ZEST Başkanı,

Yaşam Koçu

Yaşam Koçu

Yaşam koçu olduğumu öğrenen insanların en sık sordukları sorular “Yaşam koçu ne yapar?”, “Yaşam koçu nasıl destek verir?” sorularıdır.
Yaşam koçunu, yaşam koçluğunu kısaca: Başarı ve mutluluk yolunda yürümek isteyen kişiye çıktığı yolda refakat ve rehberlik eden kişi ve hizmet olarak tanımlayabiliriz. Yaşam koçunun hizmeti ve verdiği destek de bu çerçeve içinde oluşur. Başarı ve mutluluk yolculuğuna çıkmış kişi yaşam koçundan yolda karşılaşması muhtemel riskler hakkında bilgi, bu risklerin birlikte ekarte edilmesi, muhtemel kestirme yollar, … gibi yol yardımı, lojistik destek alır. Bu izahtan da anlaşılacağı gibi yaşam koçu kişinin hayat yolculuğunda daha rahat, daha güvenli, daha süratli ilerlemesini sağlayan bir destek kuvvettir.

Gelişmiş ülkelerde özellikle Amerika’da  liberal kapitalist sistem sebebiyle başarı odaklı yaşayan Amerikalıların yaygın şekilde kullandıkları bir hizmettir yaşam koçluğu.

Yaşam koçluğu ile ilgili bir de yanlış inanışlar vardır. Bana en yaygın ifade edilen yanlış inanışların birisi “Yaşam koçu benim sorunlarımı çözemez!” diğeri de “Yaşam koçuna sadece çok zenginler ihtiyaç duyar”dır.

Yaşam koçu benim sorunlarımı çözemez diyenlere söylediğim şudur: Belki çözemez. Ama denemeden nereden biliyorsun? Ya çözerse!

Yaşam koçuna sadece çok zenginler ihtiyaç duyar, ben zengin değilim ki, yaşam koçu bana ne yapacak diyenlere cevabım şudur: Hayat otoyolunda sadece zenginler değil, herkes ilerliyor!  Başarı ve mutluluk da sadece zenginlerin değil, herkesin hakkı!  Sen hakkını almaktan neden feragat edesin ki?

Diyalog genellikle “Ama yaşam koçunun ücreti çok yüksektir” itirazıyla devam eder ancak ben “Danışma hizmetlerim arasında bir ayırım yapmıyorum ve hepsine aynı ücreti uyguluyorum” deyince kişi rahatlar ve başarı ve mutluluk yolculuğuna ilk adımını atmaya karar verir.

Başarı ve mutluluk sizi bekliyor. Yola çıkma vaktidir.  De hadi 🙂

Veysel Danış
(
+90) 532 432 8040

Veysel Danış, ZEST Başkanı,

Hukukta Avukatın Rolü

Hukukta Avukatın Rolü ve Avukattan Destek Almadan Dava Yürütmek

Ülkemizde yaygın yanlış bir uygulama insanımızın yaşadığı davaları/ihtilafları bir avukattan destek almadan kendi başına yürümeye çalışmasıdır. Uygulamadaki şahsi tecrübelerimden insanımızın kendi davasını/ihtilafını takip etme konusunda garip denebilecek boyutta hevesli olduğunu gözlemliyorum; bu tavırlara sık sık şahit oluyorum.

Vatandaşlarımızın davalarını/ihtilaflarını kendilerinin takip etmelerindeki bu heveslerini, avukat tutmaktan, davalarını/ihtilaflarını bir avukat vasıtasıyla takip ettirmekten niçin bu kadar kaçındıkları hakkında uzun yıllardır düşünüp sorgulayan bir hukukçuyum. Uzun yıllardır sorguladığım, gözlemlediğim bu konuda aklıma bazı muhtemel sebepler geliyor elbette. Aklıma gelen bazı ihtimalleri aşağıda sizlerle de paylaşacağım. Ancak kanaatim şudur ki aşağıda sıralayacağım, sorgulayacağım ihtimallerden hiçbiri insanımızın bu yanlış davranışının bu kadar yüksek oranda olmasını tam olarak izah etmiyor! Bu sebeple siz ziyaretçilerimizin de bu konudaki fikir ve katkılarını rica ediyorum.
Okuyucuların yapacağı katkılar ile belki yıllardır çözmeye, anlamaya çalıştığım bu ilginç durumun sebebini de öğrenmiş ve bir merak duygusunun tatmininin çok ötesinde, sosyal bir gerçekliği gün ışığına çıkarmayı, insanımızı daha iyi anlama yolunda bir katkı yapabilmeyi umuyorum.

İnsanımız, davasını/ihtilafını kendisi takip etmeye niçin bu kadar hevesli? Niçin davasının takibini bir avukata yaptırmayıp, kendisi yürütmeye çalışıyor? Akla ilk gelen ihtimaller, “Acaba halkımızın ekonomik olarak güçsüz olması mıdır?”
“Acaba halkımız avukatlık ücretini ödeyemediği için mi bundan imtina ediyor (kaçınıyor); davasını mecburen mi kendisi takip etmek zorunda kalıyor?”

Ben davasını kendisinin takip etme hevesinin şahsın ekonomik durumuyla ilgili bir durum olmadığı kanaatindeyim. Zira bu davranışın sebebi ekonomik durum, gelir seviyesinin düşüklüğü olsaydı, sadece gelir seviyesi düşük olan kesimdeki insanlarda gözlemlenmesi gerekirdi. Halbuki sadece gelir seviyesi düşük olan kesimlerde değil, varlıklı ve yüksek gelire sahip olan insanlarda da aynı eğilimi gözlemliyoruz. Bu noktada şunu da göz önünde bulundurmak lazım ki Baro’lar ihtilaflarını takip ettirecek mali gücü olmayan vatandaşlara belli şartlar dahilinde Adli Müzaheret (Adli Yardım) hizmeti de vermekteler.

Akla gelen bir başka ihtimal ihtilaf yaşayan vatandaşlarımızın avukat tutmayarak, davalarını kendileri takip ederek ödeyecekleri avukatlık ücretini tasarruf etmek istedikleri. Evet, meslek sürecindeki birçok gözlemimden sonra kanaatim o ki davası sürecinde bir avukattan yardım almadan, davayı kendisinin yürütmeye çalışmasının ardındaki sebep avukata ödenecek ücretten tasarruf etme hevesidir! Bu yıllardır anlamaya çalıştığım, fakat anlamadığım, anlayamayacağım kadar ilginç, garip ve kanaatimce anlaşılamaz bir tutumdur.

İnsanımızın avukata ücret ödeme konusunda büyük bir yanılsama ve algı yanlışı yaşadığını düşünüyorum. İnsanımızın bu davranış tarzının olsa olsa bir algı yanılması ile izah edilebileceğini düşünüyorum. Olayı küçük-büyük rakamlı değişik örneklerle açıklamaya çalışayım:

* Ülkemizde yumurta maliyetinden kurtulmak, yumurtaya para vermemek için “Kendi yumurtamı kendim yetiştiririm; atarım balkona iki tavuk, balkonda bu tavukları beslerim. Böylece yumurtaya para vermemiş olurum; yumurtaya vereceğim para cebimde kalmış olur..!” diye düşünen ve yumurtaları bedavaya getirme çabasıyla balkonda tavuk besleyen var mıdır acaba? Bilmiyorum! En azından benim bildiğim yok!

* “Ben maydanoza niye para vereyim ki? Saksıda kendi maydanozumu kendim yetiştiririm!..” diye düşünen, evindeki saksılarda maydanoz yetiştirmeye çalışan var mıdır acaba? Bilmiyorum! En azından benim bildiğim yok!

* Gömlek veya pantolona ihtiyacı olduğunda “Amaaan canım, ne lüzum var gömleğe/pantolona para vermeye! Alırım kumaşı-düğmeleri, oturur kendim dikerim gömleğimi/pantolonumu!..” diye düşünen ve çarşıdan kumaş-düğme-vs alıp kendi gömleğini-pantolonunu dikmeye çalışan var mıdır? Bilmiyorum! En azından benim bildiğim yok!

* Her gün ekmeğe ihtiyacı olduğu halde “Canım, fırıncıya niye para vereyim? Alırım unu-mayayı, kendi ekmeğimi kendim yaparım! fırıncıya vereceğim para da cebimde kalır!..” diye düşünen, çarşıdan un-maya alıp kendi ekmeğini kendisi yapan, var mıdır? Bilmiyorum! En azından benim bildiğim yok!

Ve düşünüyorum, sorguluyorum: “Nasıl oluyor da insanlar dava yürütmenin, tavuk yetiştirip yumurta elde etmekten, saksıda maydanoz yetiştirmekten, gömlek/pantolon dikmekten, ekmek yapmaktan daha kolay olduğunu düşünebiliyor?”!!!

“Yapılacak yanlış bir işlemin bedelinin çok küçük olacağı tavuk besleme, maydanoz yetiştirme, gömlek/pantolon dikme, ekmek yapma ve sair uğraşlara girmeyen insanlarımız nasıl oluyor da yapılacak bir yanlışın çoğu zaman maalesef hak kaybına sebep olduğu hukuki işlemleri yürütmeye bu kadar hevesli oluyorlar?” Yıllardır sorgulamama rağmen bu soruların cevabını bulabilmiş değilim.

Evet, örneklediğimiz bu masraflar küçük maliyetler. “E canım, bunların maliyetleri küçük, bu yüzden bunların getirdiği küçük maliyetler için uğraşmaya değmez. Onun için insanlar bunlarla uğraşmıyorlar. Oysa hukuk hizmeti öyle değil ki! Hukuk pahalı bir hizmet! ve avukatlık ücretleri de çok yüksek! Onun için insanlar kendi davalarını kendileri yürütmeye çabalamaya başlıyorlar, … ” diye mi düşünülüyor acaba?

Biraz da büyük maliyetli hizmetlerden örnekler düşünelim:
* 10 katlı bir apartman inşa ettirecek birinin, mimara para vermemek, mimara veya inşaat mühendisine vereceği parayı tasarruf etmek için, eline kağıt-kalem-cetvel alıp, apartmanın mimari projesini çizmesi veya binanın statik hesaplarını yapması mantıklı ve doğru olur mu?

* “Dava takibi” ile “tıbbi tedavi” halleri arasında büyük benzerlik vardır. Ağır bir hastalığa yakalanmış bir kişinin doktor ücretini tasarruf etmek için “Nasılsa eczanede ilaçlar var, ben ilaçları alır kendi tedavimi kendim yaparım!” diye düşünmesi ne kadar yanlış ve ne kadar tehlikelidir. Evet; ilaçlar doktorun yanında değil, eczanelerdedir! Ve hasta doktora ilaç almak için değil, şifa bulmak için hangi ilacı alacağını sormak için gider. Dolayısıyla eczanede ilaçlar var, doktora gitmeye ne lüzum var, ilaçları eczaneden alır, kendi tedavimi kendim yaparım; böylece doktora vereceğim para da cebimde kalır diye düşünmek ne kadar yanlış, ne kadar mantıksız ve sağlığımız için ne kadar tehlikeli ise, Adliyelerde/Mahkemelerde kendi davamı kendim takip etmem yasak olmadığına (serbest olduğuna) göre avukat tutmaya ne lüzum var, davam için gereken dilekçeleri kendim yazar veya bir arzuhalcide yazdırır, davamı da kendim takip ederim, böylece avukata vereceğim para da cebimde kalır, avukata vereceğim parayı da tasarruf etmiş olurum diye düşünmek o kadar yanlış, o kadar mantıksız ve haklarımız için o kadar tehlikelidir.

İnsanımızın dava takibinden başka hevesli olduğu bir diğer iş de “boya-badana yapmak”tır! Evet bir çok insan evinin boyanmaya ihtiyacı olduğunu hissettiğinde fırça ve birkaç kilo boya alır ve evi boyamaya koyulur! Bu biraz da rahmetli Büyük Üstad Oğuz Aral’ın “marangozluk” hevesi gibidir; hani hep söylenegelen “Her insanın içinde bir sanatçı yatar…” deyimini temsil eder. Bu örnekler her ne kadar o işin uzmanı olunmasa da onu yapmaya heves etmeyi hoş bile gösteren biraz da mizahi örneklerdir. Bu örneklerde işin erbabının yerine yapılmaya heves edilen işin becerilememesi halinde uğranılacak zarar bir fırça ve birkaç kilo boya olacaktır. Boyamayı beceremeyince bir boyacıya müracaat edip evin güzel bir şekilde boyatılması da mümkündür.

Oysa davayı/ihtilafı bir avukattan destek almadan yürütme hevesi sonunda maalesef büyük kayıplar ve hatta çoğu zaman hak kayıpları meydana gelmektedir. Daha da önemlisi süreç içinde bu kayıplar oluştuktan sonra genellikle iş işten geçmiş, dosya kişinin durumunun düzeltilmesine yönelik avukatın da yapabileceği bir şey olmayan bir noktaya gelmiştir.

Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de Hukuk ve Hukuk Fakültesi üniversiteye girmek isteyen gençlerin hayallerindeki birkaç popüler bölümden birisidir. “Hukuk Fakültesi”, “Hukuk Fakültesinde okumak” binlerce gencin ve ailesinin hayalidir. Bu hayali kuran gençlerden birisi de bendim. İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt kampüsünün büyük kapısı binlerce genç gibi benim de hayallerimin baş aktörüydü. Bütün üniversite hazırlık sürecim o kampüste hukuk okumak üzerine hayaller kurmakla geçti.
Bununla beraber Hukuk Fakülteleri üniversite sınavına giren insanlar tarafından en fazla tercih edilen bölüm olmalarının yarattığı yoğun talep sebebiyle kazanılması en zor olan bölümlerdendir. Ancak çok başarılı öğrenciler “Hukuk” okuma hayalini gerçeğe dönüştürebilmektedir. Ben hamd olsun bu hayalimi gerçeğe dönüştürebilmiş, hayallerimi süsleyen o büyük kapının olduğu kampüste hukuk okumuş olmanın, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakultesi mezunu olmanın gururunu, mutluluğunu yaşayan birisiyim.

Düşünüyor ve sorguluyorum: Hukuk Fakülteleri bütün dünyada popüler ve kazanılması en zor birkaç bölümden biri iken, nasıl oluyor da oradan mezun olanların mesleğinin aslında herkesin yapabileceği bir iş olduğu düşünülebiliyor?!!!
Bu düşünce tarzında belki bazı meslektaşlarımızın bazı yanlış davranışlarının da etkisi olabilir. Fakat her meslekte hatalı davranan 3-5 kötü meslek mensubu çıkabilir. Yanlış olan bu 3-5 hatalı kötü örneğin bütün mesleğe teşmil edilmesi, mal edilmesidir. Her meslekte olabileceği gibi avukatlıkta da yanlış davranan kötü örnekler olabilir; bunları istisna kabul edip doğru olan çoğunluğun içinden doğru bir seçim yaparak davasını/ihtilafını ona teslim etmektir.

Acaba insanlar sırlarının ifşa olmasından endişe ediyor ve yaşadıklarını avukata anlatmak istemedikleri için mi avukata başvurmaktan kaçınıyorlar? sorusu da akla geliyor. Fakat sırlarının açığa çıkmasından endişe etmek avukata başvurmayı engelleyici bir durum olmamalı; çünkü, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu ve Türkiye Barolar Birliğinin belirlediği Avukatlık Meslek Kuralları gereğince avukat meslek sırrı ile bağlıdır. Avukatların kendilerine tevdi edilen veya avukatlık görevleri dolayısıyla öğrendikleri hususları açığa vurmaları yasaktır. Bu kurallardan da anlaşılacağı gibi, insanımızın sırrının ifşa olacağı endişesiyle avukata müracaat etmemesi gereksiz bir korkudur.

Peki hukuk hizmetleri, avukatlık ücretleri insanları bu hizmetten imtina edecek (kaçınmasına sebep olacak) kadar yüksek midir? Hukuk gibi uzun yıllarca yorucu ve kapsamlı bir eğitim gerektiren, yığınsal bilgiden oluşan, bir çok farklı bilginin birbiriyle harmonik bir uyumla kullanılmak zorunda olan, sürekli bilgi tazelemesi gerektiren, uzun ve karmaşık süreçlerden oluşan, yüksek beyinsel efor gerektiren bir meslekte verilen hizmetin elbette düşük olmaması gerekir zaten. Dünyanın her yerinde hukuk hizmetleri pahalı hizmetlerdir. Ancak rahmetli Turgut Özal’ın belirttiği gibi diğer ülkelerle kıyaslandığında ülkemizde fiyatlar daha düşük. Avukatlık ücretleri de Amerika ve katılım sürecinde olduğumuz Avrupa Birliği ülkelerine kıyasla oldukça düşüktür. Ancak İktisat Bilimine göre bir malın/hizmetin satın almasında o mala/hizmete duyulan ilgi/ihtiyaç fiyattan çok daha fazla etkendir.

Uygar dünyada hukuk hakların korunmasında temel araçtır. Avukat da karmaşık hukuki süreçleri bilen, müvekkiline haklarının korunması, haklarını elde etmesi için desten veren, çoğu zaman da elde etmesini sağlayan uzmandır.

Hak kutsaldır; ve hakkın elde edilmesi riske sokulmaması gereken ciddi bir mücadeledir.
Uygar dünyada artık tartışılmayan bir gerçekle bitirelim: Avukatınız en yakın dostunuz olmalı

Avukat Veysel Danış

İnsanlığın Bilgi ve Kültür Mirasına Katkı için Elele

Sosyal Sorumluluk

Sosyal Sorumluluk

Sayfanın tasarımı devam ediyor…

“Sosyal sorumluluk” son yıllarda sık sık duyduğumuz, okuduğumuz bir kavram. Sosyal sorumluluk nedir?
Sosyal sorumluluğu bir kişi veya kurumun toplumdan aldığının bir kısmını toplumun dezavantajlı kesimlerine vererek daha iyi bir toplum idealine kavuşmak için üzerine düşen insani ve sosyal sorumluluğunun gereğini yerine getirmesi olarak tanımlayabiliriz.

Yakın ve uzak tarihimize bir baktığımızda geçen nesillerin cemiyet, vakıf, tekke han, gibi hayır kurumları aracılığıyla büyük bağışlar yaptığını görmekteyiz.

Kişi ve kuruluşlar sosyal sorumluluk projelerine niye girerler?

Evrene, insanlığa karşı kendilerini borçlu hisseden kişi ve kuruluşlar toplumdan aldığının bir kısmını toplumun dezavantajlı kesimlerine vererek daha iyi bir toplum idealine kavuşmak için üzerlerine düşen insani ve sosyal sorumluluğu yerine getirirler.

Sosyal sorumluluk projelerine destek verilmesi kişi ve kuruluşların PR (Public Relations-Halkla İlişkiler) çalışmalarında yararlandıkları bir argümandır.
Bu çalışmalar için yapılan etkinlikler sayesinde kişi/kuruluş yeni insanlarla tanışma, temas etme fırsatı bulurlar.

Kişi ve kuruluşlar sosyal sorumluluk projelerine nasıl katılırlar?

Kurum ve kuruluşlar kendi bünyelerinde sosyal sorumluluk projeleri geliştirebileceği gibi, sivil toplum kuruluşlarının projelerine bağış, sponsorluk desteği vererek de katılabilirler. Kişilerin ise kendi çabalarıyla bu tarz projeleri yürütmeleri çok zor olduğundan, kişilerin sosyal sorumluluk projelerine katılmaları, destek vermek vermeleri sivil toplum kuruluşları bünyesinde görev alarak, STK’ların yürüttüğü projelere destek vererek olur.

Eğitim Azmi ve Açıköğretim

Eğitim Azmi ve Açıköğretim

Çeşitli sebeplerle eğitimini yarım bırakmak zorunda kalan insanların okuma arzularının azimle peşinden gittikleri sistem açıköğretim.

Açıköğretim sisteminin en önemli “uzaktan eğitim” olmasının doğal özelliği öğrencilerin kendilerinin derslere hazırlanması ve dönem sonunda sınavlara girmeleri. Açıköğretim sistemi ile eğitim alan öğrenciler öğretmen desteğinden mahrum oldukları gibi, yakın çevrelerinde aynı bölümü okuyan bir öğrenci yok ise öğrenci arkadaşları ile beraber ders çalışma avantajından da mahrum olarak eğitimlerini tamamlamak için büyük bir azimle çaba harcamaktalar.

Derslerde zorlanan açıköğretim öğrencilerinin derslerde destek almalarının ideal yolu özel ders almaları. Çünkü özel ders ile açıköğretim sisteminin doğal özelliği sebebiyle mahrum kaldıkları hem öğretmen desteğine ve hem de birisiyle birlikte ders çalışıyor olmasının verdiği motivasyona kavuşmuş oluyorlar.

Kendine hayat kalitesine, yaşadığı topluma, insanlığa daha fazla katkı yapabilmenin yolu elbette daha fazla eğitim almakla mümkün olabilir. Açıköğretim sistemi bu açıdan öğrencilere çok büyük bir imkan. Bu imkandan faydalanan kişiler destek almayı da hak ediyorlar şüphesiz.

Açköğretim derslerinde zorlanıyor ve özel ders ile destek almak istiyorsanız tıklayın

Kitap bağışı

Kitap Fuarı

Kitap Fuarı

Ülkemizde kitap fuarlarının hem sayısı hem açılma sıklığı artıyor. İlk uygulamaları İstanbul’da başlayan kitap fuarları artık Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde de açılıyor. Kitap fuarlarının böyle sayısının artması, birçok şehirde açılması, yaygınlaşması çok sevindirici.

Kitap fuarları sayesinde kitapseverler çok sayıda yayınevini, binlerce kitabı bir arada bulabilme imkanı buluyor.

Kitap fuarlarındaki güzel bir uygulama da İmza Günleri. Yayınevlerinin standlarında düzenlenen imza günleri sayesinde yazarlar kitaplarının okuyucuları ile, okuyucular da aldıkları kitapların yazarları ile buluşma fırsatı buluyor.

Kitap kurtları onlar için bir karnaval ve kitap ziyafeti olan kitap fuarlarının başlama-bitiş tarihlerini sabırsızlıkla takip edip bekliyorlar.

Bir çocuğun lunaparkta yaşadığı mutluluğu ben de bir kitapsever olarak kitap fuarında yaşıyorum. Bir kitap denizine benzeyen kitap fuarında binlerce kitap arasında adeta kendimi kaybediyorum. Binlerce kitabı büyük bir keyif içinde incelerken lunaparklardaki top havuzlarında oynayan çocuklara benzetiyorum kendimi.

Kitap fuarında gezdikçe, kitap alacağım diye cebime koyduğum para tomarı yavaş yavaş erirken, gezerken elinde biriken poşetler giderek artar, ağırlaşır ve artık taşınamaz hale gelirler. Bazı stand görevlilerine rica edip elimde biriken poşetleri emanet bırakıp yeniden başlarım.

Cebimdeki paranın bitmesi, şairin “Artık demir almak zamanı gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan” mısrasında dediği gibi, kitap fuarından ayrılma zamanımın geldiğini gösteren işarettir benim için.

Kitap fuarından çıkışım ise tam bir eziyettir. Elimde biriken kitap,dergi, kitap kataloğu poşetlerimi emanet bıraktığım standlardan toplamaya başlarım. Yüküm giderek ağırlaşır, poşetler ellerime sığmaz olur, güçlükle yürür hale gelirim. Kendimi zorlukla arabaya atarım.

Bu arada şimdi hoş bir anıya dönüşmüş ama yaşarken çok tatsız olan yaşadığım bir hatıramı da paylaşayım sizinle. 2-3 sene önceydi. Her zamanki olağan bir şekilde kitap fuarına gitmiş ve kendimi beni deli eden o harika kitap denizinin sıcacık akıntısına bırakmıştım. Kitap denizinin dalgaları beni bir o standa, bir bu standa sürüklüyordu. Herşey diğer kitap fuarlarındaki gibi gidiyordu. Yüzlerce stand gezme, binlerce kitap inceleme, elimde onlarca poşet ve içinde yüzlerce kitapla, son kuruşa kadar boşalmış ceplerim, yorgun kollarım-bacaklarımla kendimi arabaya zor attım. Arabaya binip çalıştırdım. Yakıt lambasının kırmızı yandığı gözüme çarpınca fuara giderken yakıt lambasının yandığını, fuara bir an önce yetişeyim, yakıtı dönüşte alırım diye düşündüğümü hatırladım. Fuar hengamesinde kitaplara dalıp bütün paramla, son kuruşuna kadar kitap satın almış, benzin almam gerektiğini tamamen unutmuştum. Mecburen depodaki benzinle yola çıktım.

Belki bana yardımcı olurlar umuduyla bir benzin istasyonuna girdim, durumumu anlattım. Fakat istasyon görevlileri zannediyorum bütün paramla kitap aldığımdan benzin alacak param kalmadığına inanmadıkları için para vermeden bana benzin vermeyi red ettiler. Kimliğimi rehin bırakmayı bile teklif ettim. Fakat ne dediysem bana benzin vermeye ikna edemedim. Depodaki benzinin beni eve ulaştırmasını umarak mecburen yola çıktım. Fakat İstanbul’da mesafeler uzun, trafik sıkışık. 3-5 km gitmiştim ki benzin bitti. E-5 Çevre Yolu’nda öyle kalakalmıştım. Yol yardımı arayıp servisin gelmesi,arabanın tekrar çalışır hale gelmesi derken eve vardığımda saat gece yarısı ben de yorgunluktan enkaz olmuştum. Yaşadığım bu olay bana ders oldu tabii. Artık dönüş için benzinimi kitap fuarına giderken alıyorum.

Yaşarken tatsız ama şimdi tatlı bir anıya dönüşmüş bu olay dışında kitap fuarları benim için hep yorucu ama keyifli kitap ziyafetleri olmuştur.
Kitap fuarı dönüşü kitap poşetlerini boşaltıp aldığım kitapları, kitap ayraçlarını, kitap kataloglarını poşetlerden boşaltırken aldığım zevk nasıl anlatılabilir ki! Bundan sonraki süreçte okumak için bir sürü kitap, yeni kitaplar almak için aldığım kitap kataloglarını incelemek, aldığım bu kitapları okuyarak yeni bilgilerle donanmanın zevki beklemektedir beni artık.

Fakat her kitap fuarı sonunda hatta her kitap aldığımda kitap almanın keyfiyle beraber bir hüzün de gelir bana. Ben kitapları bu kadar çok seviyorum. Kitap fuarlarına, kitapçılara gitmeye, istediğim, beğendiğim kitapları satın almaya imkanım var. Bu çok güzel de, peki ya diğerleri! Kuzu Çevirme yerken, bunu bulamayan diğer insanları hatırlayıp hüzünlenen, yediği yemek boğazında düğümlenen kişi gibi benim de aldığım kitaplardan aldığım keyif boğazımda düğümlenir.

Ben ne yapabilirim diye düşündüm uzun süre. Sonunda bunun çözümünün kitap bağışı yapmak olduğuna karar verdim. Benim sahip olduğum imkanlara sahip olmayan kitapseverlere, kitap aşıklarına kitap bağışlayarak yardım edebilirim diye düşündüm. İşe kütüphanemdeki kitapları ayıklayarak başladım.

Aldığım fakat umduğum gibi çıkmayan, okuduğum fakat beğenmediğim kitapları bağışlamak üzere seçip, ayıkladım.

Seçmeyi, ayıklamayı bitirip kolilemeden önce biraz dinlenmek için oturmuş, kitap bağışı için ayırdığım kitaplara bakarken adeta aklım başıma geldi.

Yaptığımdan o anda ne kadar utandığımı anlatmam gerçekten zor. Sevmediğin, okumadığın, işine yapamayan kitapları bağışlayıp vicdanını rahatlatmaya çalışıyorsun ama yaptığın yanlış dedi içinden bir ses. Ama hemen arkasından içimden başka bir ses de Okuduğun, sana lazım olan kitapları bağışlayacak halin yok ya. Tabii ki işine yaramayan kitapları bağışlayacaksın dedi. Tam çizgi filmlerde gösterilen durumdu yaşadığım. İçimdeki iki ses farklı şeyler söylüyorlardı.

Hangisi doğru diye düşündüm. Her iki sesin söylediği de doğruydu aslında! Kullandığım kitapları bağışlayamazdım çünkü bana lazımdı. Öte yandan bağışlamak için ayırdığım kitaplar bana lazım değildi; ama hemen hemen hepsi okuduğum ve hoşuma gitmediği için kütüphanemde kalmasının manasız olduğunu düşündüğüm kitaplardı.

Okuyup beğenmediğim kitaplar da olsa bu kitapları kütüphanede bekletmeyip bağışlamayı hiç yoktan iyi olsa da, benimle aynı imkanlara sahip olmayan insanlara destek vermek için yola çıkmam, bunun için kitap bağışı yapmaya karar verme amacımla, yola çıkış noktamla hiç uyumlu olmadığını fark ettim. Bir paradoks oluşmuştu: Beğendiğim kitapları bana lazım diye bağışlayamıyordum; bana lazım olmayan kitapları da beğenmediğim için bağışlayamıyorum! Kitap bağışı için ayırdığım kitapları kolilemeye başlamadan önce bu paradoksu çözmem lazımdı.

Kendisi de benim gibi bir kitap delisi olan ZEST Başkanı sevgili dostum Veysel Danış‘ı aradım. Yaşadığım paradoksu anlattım. Kitap bağışı yapmak istiyorum ama beğendiğim kitapları bana lazım diye bağışlayamıyordum, bana lazım olmayan kitapları da beğenmediğim kitabı bağışlamak doğru gelmediği için bağışlayamıyorum; bu paradoksu çözelim de kitap bağışı yapabileyim dedim.

Veysel Danış bu ikilemi kendisi de dahil kitap bağışı yapmaya niyetlenen her kitapseverin yaşadığını söyleyince şaşırdım ama bunu hisleri yaşayan tek kişi ben olmadığım için sevindim de.

Kitap ve kitap bağışı üstadı Veysel Danış dostum: Senin Okudum, beğenmedim dediğin kitabın kötü, işe yaramaz olduğu sonucuna niye ulaşıyorsun ki! Bir kitabı senin beğenmemen o kitabı kötü, işe yaramaz bir kitap haline getirmez ki! Sen okumuş beğenmemiş olabilirsin. Bu durum o kitabın kötü, işe yaramaz bir kitap olduğunu değil, sana hitap etmediğini gösterir. Bu kitabı başka bir kişi okuduğunda ona hitap edebilir, onu çok beğenebilir dedi. Düşündüm. Doğru gerçekten. Kitapların değerini kendi beğeni ölçülerime göre değerlendirmem yanlıştı tabii.

Sana lazım olan, halen kullandığın veya kütüphanende bulunmasını istediğini kitapları bağışlaman doğru olmaz zaten. Aksi halde kitap bağışı gibi güzel bir yaptığın halde, bağışladığın bir kitap sana lazım olduğunda kitap bağışı yaptığın için pişmanlık duyarsın. Bu pişmanlık da sana bir daha kitap bağışı yaptırmaz dedi. Düşündüm. Doğru gerçekten.

Kullanmadığın kitapları kütüphanende tutmayıp kitap bağışı için ayırman güzel. Sevdiğin, sana lazım olan kitapları bağışlama. Bununla beraber bağışın, yardımın en güzeli tabii ki senin kullandığın şey’den vermen’dir. ZEST bağışçılarına yaptığı bağışın nerede kullanılacağını seçme, belirleme imkanı veriyor. ZEST’e “kitap bağışı” için kitap almak şartıyla nakdi bağış yapabilirsin. Kitap bağışı için kitap alımında kullanmak için yaptığın bağış kesinlikle başka harcamalarda kullanılmaz; sadece kitap bağışı için kitap alımında kullanılır dedi. Düşündüm. Çok mantıklı ve güzel bir çözüm! Çözüm bulamadığım bir paradoksa zeka ve strateji kuruluşu olan Zeka ve Strateji Derneği’nin böyle zekice bir strateji ile çözüm üretmiş olması, “Zeka Derneği” Başkanı olan Veysel Danış‘ın böyle zekice konuşmasına niye şaşırıyorum ki dedim kendi kendime.

ZEST’in kitap bağışı çalışmalarıyla hem kitap bağışı yapmak isteyen hayırsever kitapseverlere hem de kitap almaya imkanı olmadığı için kitap bağışına ihtiyacı olan kitapseverler için çok önemli bir kuruluş olduğunu tekrar görmüş oldum. Bir kitapsever olarak ZEST’e tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum; iyi ki ZEST var.

Erdem Eren

Bir Hayalim Var

Başkanımızdan

zest-baskani-veysel-danis
ZEST Başkanı Veysel Danış
Bir Hayalim Var

Kitaplar… Bilgi deposu, ışık kaynağı…
İnsan kitaplara yakınlığı oranında bilgiye, bilgiye ilgisi oranında ışığa kavuşur. Aydınlanmanın kaynağı kitaplardır.

Kitaplar sayesindedir ki binlerce yıllık birikimin sonucu olan insanlığın bilgi ve kültür mirasının geçmiş nesillerden bize aktarılabilmesi mümkün olmuştur; bizim nesillerden de bu bilgi, kültür mirasının yapacağı marjinal katkılarla beraber gelecek nesillere aktarılması gene kitaplarla mümkün olabilecektir. Bir zeka ve düşünce kuruluşu olan Zeka ve Strateji Derneği (ZEST)’in kitaplara olan yakın ilgisinin sebebi de budur. Kitaplar insanlığın bilgi ve kültür mirasının bir nesilden diğer nesile iletilmesini sağlayan köprüler, iletim hatlarıdır. Kitaplar olmadan insanlığın bilgi birikiminin diğer insanlara, gelecek nesillere aktarılması şüphesiz mümkün olamayacaktı?

Kitaplar, insanlığın bilgi ve kültür mirasının, medeniyetin, refahın, başarının, mutluluğun temel taşı… Kitaplar “Her derde deva”dır; tek yapmamız gereken “derdimize ilaç olacak” kitabı bulmak, okumak ve hayatımıza uygulamaktır.

Kitapların bilgiyi, ışığını yayabilmesinin öncelikli şartı hiç şüphesiz kitapların insanlara, insanların da kitaplara ulaşabilmesidir. Rafta duran ilacın hastaya fayda etmemesi, yakılmayan mumun ışık vermemesi gibi, kitapların rafta bekletilmesi, insanların kitaba ulaşamaması halinde kitapların ışığı da insanları aydınlatamayacaktır.

Dünya tarihindeki uygulamalara baktığımızda kitaplar ile okuyucuları buluşturabilmek için “Halka Açık Kütüphane” fikrinin en yaygın kullanılan uygulama olduğunu görüyoruz.

Kütüphane açmak, oluşturmak elbette muhteşem bir fikirdir. Dünya tarihi muhteşem kütüphanelere tanıklık etmiştir; günümüzde de bir çok ülkede kütüphanecilik hizmetinin çok yaygın ve etkin verildiğini biliyoruz. Fakat ülkemizde maalesef neden bilinmez, kütüphane fikri başarı ile uygulanamamıştır. Ülkemizde kütüphanelerin okur ile kitabı buluşturabilmekte yeterli olduğunu söylemek maalesef mümkün değildir. Bunun temel sebepleri
* Kütüphane sayısının az, çok yetersiz ve ihtiyacı karşılamaktan çok uzak olması
* Kurulu kütüphanelerin kitap mevcudunun çok az ve yetersiz olması
* Kütüphanelerin personel yetersizliği, yönetim yanlışlıkları sebebiyle etkin hizmet verememesi olarak sıralayabiliriz.
Bu sorunların da çözümü de doğal olarak
* Kütüphane adedinin arttırılması
* Kütüphanelerde bulunan kitap mevcutlarının arttırılması
* Kütüphanelerdeki personel yetersizliği ve yönetim sorunlarının halli gerekmektedir.

Tabii takdir edileceği üzere bu sorunları çözmek Veysel Danış’ın şahsının da, kurucusu ve halen başkanı olduğu ZEST’in de gücünü çok aşan hususlardır.

Peki bir sorunu çözmek bizim gücümüzü aşıyor diye çözmek mesuliyetlerinden kendimizi azade ve beri sayarak o sorunu görmezden gelmek, “Ben ne yapabilirim ki”, “Benim elimden ne gelir ki”lerin dayanılmaz hafifliğine kapılıp bir köşeye çekilmek doğru olur mu? Böyle yapmak çok kolay!  Lakin bu hem yanlış, hem de Veysel Danış’ın hayata bakışına hiç uygun değil…

Veysel Danış, bir şeyde yanlış var ise o yanlışın düzeltilmesi için herkesin üzerine düşeni yapması gerektiğine inanır. Ne güzel demiş şair (Nazım Hikmet): “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” Ben, sen, o, biz, siz, onlar yapmamız gereken müdahale edilmesi gereken bir şeye “elimden ne gelir ki” kolaycılığına sığınarak birşey yapmamayı seçersek kendimize, toplumumuza, insanlığa katkı yapmak fırsatını kaçırmış oluruz.

Benim bir hayalim var…
Herkesin kitaplara ulaşabildiği, kitap okuduğu, kütüphaneler kurduğu, kitaplarını change ettiği, bağışladığı… bir toplum;  bu kitap bolluğu ile bilgilenen, ruhu zenginleşen ve bu bilgilerle topluma, diğer insanlara, hayvanlara, çevreye, insanlığa el veren insanlar var bu hayalde…

Memleketimizi “bilgi ve kültür toplumu” yapacak bu hayali nasıl gerçek yapabilirim diye çok düşündüm. Bu hayalimi “Bilgi ve Kültür Merkezleri” oluşturarak ZEST’in gerçek yapabileceğini düşünüyorum.

Her ilde, her ileçe bir “ZEST Bilgi ve Kültür Merkezi” açıldığını, bu merkezlerde insanların kitaba kavuştuğunu, kitap okuduğunu, kitaplarını değiştirdiğini, almak istediği kitapları aldığı, kullanmadığı kitapları bağışladığını düşünüyorum.  Müthiş bir şey…  Bir kitap kurdu için bundan muhteşem ne olabilir ki?

Bu hayali ZEST’in gerçeğe dönüştürmesi hiç zor değil. ZEST’te bunu gerçekleştirecek bilgi, deneyim, altyapı bilgi-kültür aşkı, kitap sevgisi, azim var. Bilgi ve kültür birikimine büyük katkı yapacak bu müthiş hayali ZEST’in gerçekleştirmesi için ihtiyaç duyduğu 2 şey var:
1- Mekan(lar)
2- Maddi destek

Projeye maddi destek sağlayacak sponsor(lar) destek verdiği takdirde her ilde hatta her ilçe kitapseverlere, bilgiseverler, kültürseverlere hizmet verecek bu bilgi ve kültür merkezlerini açmak, tüm Türkiye’yi kısa zamanda Bilgi ve Kültür Merkezleri ile donatmak mümkün. ZEST bunu yapabilir; ZEST bunu yapmak istiyor. Proje, hayata geçmek için destek verecek sponsorların ZEST’le temas etmesini bekliyor.

Bilgi, kültür ve kitap dolu bir gelecek dileğiyle…

Veysel Danış
ZEST Başkanı

Kitap Kurtları

Kitap Kurtları

Kitap okumanın keyfini çok kitap okuyanlara, kitap kurtlarına sormak lazımdır ama aslına bakılırsa kitapları, kitap okumayı neden bu kadar çok seviyorsun sorusunu soran kişi kitap okumamış ve kitap okumanın keyfiyle tanışmamış, o müthiş zevki tatmamış demektir.

Kitaplar bizi bulunduğumuz zamandan ve mekanlar alıp, bambaşka zamanlara ve mekanlara götüren adeta sihirli geçitlerdir.
Okuduğumuz bir roman bizi romanın geçtiği zamana ve mekana götürür; romanın kahramanları ile tanıştırır. Romanlar bazan romandaki karakterlerden biri olduğumuzu hissettirir, o karakterle özleştiririz kendimizi. Onun yaşadıklarını biz yaşıyoruz gibi oluruz; onu üzen şeyler bizi de üzer, onun sevindiği şeylere biz de seviniriz. Çünkü romanın okunma sürecinde romandaki O, artık Ben olmuştur!

Kitapların o sihirli dünyasının tadını alan, keyfini yaşayan bir insan bu keyfi tekrar, tekrar, tekrar, … yaşamak ister tabii ki.
Bu istek de bir kitap daha almaya, okumaya götürür, sonra bir kitap daha, bir kitap daha, bir kitap daha, …

Bir macera romanı ise okuduğumuz, birbirinden ilginç yerlere seyahat ettirir, birbirinden ilginç maceralara sürükler bizi.

Bir aşk romanı ise okuduğumuz, gönül tellerimizi titreten hislere sürükler bizi. Roman bizi içine çeker. Aşk romanı bizi içine çektikten sonra romandaki o aşkı artık biz yaşıyoruzdur. Sevdiğimiz kişiye kavuşmak için harcadığımız çabalar, çektiğimiz çileler, … ama eğer mutlu son ile bitiyorsa roman, sonunda bir ferahlık kaplar içimizi; kavuşmuşuzdur sevdiğimize; ve bu da sonsuza kadar mesut ve bahtiyar şekilde yaşayacağız demektir.

Bir gerilim romanı ise okuduğumuz, kaslarımızın gerildiğini hissederiz. Bir an önce okumak ve olayın sonunu öğrenmek isteriz. Romandaki kötü adamın yaptıklarına sinirleniriz, kızarız ona, iyi insanlara yaptığı kötülükler için.

Bir bilim-kurgu romanı ise okuduğumuz, bizi geleceğin ilginç dünyasına götürür. Geleceğin bir ön izlemesini seyrettirir, deneyimlerini yaşatır bize.

Buna karşın bir tarih kitabı ise okuduğumuz bizi geçmişin mistik dünyasına götürür. Geçmişteki zamanda yaşananlarla günümüzü kıyas edebilmemiz için bize yeni vizyon ve bakış açıları verir.

Bir şiir kitabı ise okuduğumuz, alır bizi kelimelerin o sihirli dünyasına götürür. Kelimelerin ahenkle dans etmesini seyrettirir bize. Sevgilimize duygu dolu sözler etmekteyizdir o anda.

Bir mizah kitabı ise okuduğumuz bizi o anda yaşamakta olduğumuz sorunlardan, gerginliklerden çeker, koparır; mizahın o keyifli dünyasına götürür. Doya doya güler, neşeleniriz.

Bize bilgi veren bir felsefe, inceleme, cinsellik, kişisel gelişim, psikoloji, ekonomi, … kitabı ise okuduğumuz, kitabı okurken bilgilendiğimizi, yeni bilgilerle donandığımızı hissederiz. Kitabı okuyup bitirdiğimizde, kitabı okumadan önceki biz’den daha bilgili hale gelmiş olduğumuzu hissederiz. Okuduğumuz kitap bize yeni bilgiler katmış, yeni bilgilerle donatmıştır bizi çünkü.

Kitapların bu muhteşem katkılarını elde etmenin neticesinde bizim ödediğimiz bedeller nedir peki? Öyle ya; kitapların bu katkıları olmasa, gerçek hayatta; bir macera romanının bize yaşattığı deneyimi yaşamak için ödeyeceğimiz bedelleri;
bir aşk romanının bize yaşattığı aşkı yaşamak için vereceğimiz uğraşları,
bir gerilim romanının bize yaşattığı o macerayı yaşarken karşı karşıya kalacağımızm tehlikeleri bir düşünelim.
Peki bir bilim-kurgu romanının veya tarih kitabının bize yaptırdığı zaman içinde yolculuğu yapmamız imkanını bulabilir miyiz gerçek hayatta? Bulamayız! Bize bu imkanı veren “kitap”lardır.
Bir felsefe, inceleme, cinsellik, psikoloji, kişisel gelişim, ekonomi, … kitabının bize birkaç yüz sayfada aktardığı bilgileri öğrenmek için kaç sene (!) uğraşmamız gerektiğini düşünüyor muyuz?

Kitaplar! Muhteşem bilgi hazineleri… Bu hazinelerin kıymetini bilelim. Okuyalım. Daha çok okuyalım. Ve okumakla yetinmeyelim, okutalım! Kitapların bu ışığından daha fazla insanın istifade edebilmesi için çaba harcayalım.

Daha fazla insanın kitaba ulaşması yolunda çaba harcamak deyince ZEST’in çabalarını takdirle anmak lazım elbette.
ZEST kitap bağışı çalışmaları ile kitaba ulaşamayan, kitaba ulaşmakta güçlükler yaşayan binlerce kişinin kitaba ulaşmasını sağladı. ZEST’in kitap bağışları ile kitap ulaştırdığı bu kişiler hiç şüphesiz geleceğin kitap kurtları 🙂 ZEST’in bu çabalarının yeni kitap kurtlarının yetişmesine, daha çok okuyan, daha bilgili fertlerden oluşan bir toplumla, daha aydınlık bir geleceğe ulaşmamıza büyük katkılar yapacağına inanıyorum.

Yüksel Işık

İnsanlığın Bilgi ve Kültür Mirasına Katkı için Elele

Kitap Bağışı Yapılabilecek Yerler

Kitap Bağışı Yapılabilecek Yerler

Kitap Bağışı ile ilgili çalışmaları ZEST Öncesi ve ZEST Sonrası diye ikiye ayırsak yeridir diye sanırım.

ZEST kitap bağışı çalışmaları ile ilgilenmeye başlamadan önce evlerinde, işyerlerinde bulunan insanlar artık kullanmadıkları fakat atmaya da kıyamadıkları, birilerine faydalı olmasını istedikleri
kitaplar için fellik fellik bağışlayacak yer, okul, kurum arıyorlardı. Kitap alamayan, bağışa ihtiyacı olan yüzlerce okul, kütüphane, kurum, binlerce kişi olduğu halde kitap bağışlamak isteyen kişiler ellerindeki kitapları bağışlayacak yer bulamıyorlardı. Daha önce gazetelerde, sonra da internette “Kitap bağışı yapılabilecek yerler” başlıklı haberler, yazılar çıkıyordu. Bu haberler, yazılar iyi niyetli çabalar olmakla beraber çok yetersiz kalıyordu; çünkü kalıcı olmaktan uzak ve paliyatif çözümler idi. O listede verilen birkaç kişi, okul, kurum kitap ihtiyacını tamamladıktan sonra liste kullanılamaz, işlev göremez hale geliyordu.

Kitap bağışı yapılabilecek yerler listesinin işlevini doğru şekilde yapabilmesi için sürekli güncellenmesi, güncel kalmasının sağlanması gerekiyordu. Fakat bu listeyi sürekli güncellemek, güncel kalmasını sürekli şekilde sağlamak da çok zor belki de imkansızdı. Çünkü sürekli takip ve uğraşmak gerekiyordu.

Kitap bağışı yapılabilecek yerler listesinin sürekli güncel tutulması sürekli uğraş, organizasyon, koordinasyon, emek, zaman gerektiren ve tek başına bir kişinin altından kalkamayacağı bir iş olmasına karşın, kitap bağışı adı üstünde “bağış” işi olduğu için ücretsiz olarak, topluma hizmet, kamu yararı, insanlara faydalı olmak için yapılan bir husus. Bu kadar zor, karmaşık, koordinasyon, organizasyon gerektiren üstelik de bunların sürekli yapılması zorunlu olan bir uğraşa ücretsiz olarak, topluma hizmet, kamu yararı, insanlara faydalı olmak için yapmaya kimsenin yanaşmaması; çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

Kamu yararına çalışan gönüllü bir kuruluş olan ZEST (Zeka ve Strateji Derneği)’nin kitap bağışına eğilmesi kitapseverlerin bu çaresizliğine son vermiş oldu. ZEST’in bu çabaları, çalışmaları sayesinde artık ülkemizde de kitap bağışı ile ilgili çabaları koordine eden, organizasyonu yapan, bu işi “kurumsal olarak” sahiplenen bir kurum olduğunu biliyoruz artık. ZEST’in işe “kurumsal” olarak eğilmiş olması kitapseverler için gerçekten bir büyük şans olmuştur; çünkü bu işin ferdi olarak, bireysel çabalarla kotarılması gerçekten çok zordu. Ve zaten bugüne kadar da başarılamamıştı. Fakat ZEST bunu başardı. Konuyla ilgilenmeye başladıktan sonra kitap bağışlarını ZEST’in ülke çapında kısa bir sürede koordine ettiğini hep birlikte gözlemliyoruz.

ZEST’in kitap bağışlarını koordine ve organize eden bir “Merkez” haline gelmesi şüphesiz hem bağışçıları hem bağış almak isteyenleri rahatlattı. Bağış yapmak veya kitap bağışı almak isteyenler “Kitap bağışı yapılabilecek yerler” nereler diye araştırmaktan kurtuldular. Artık herkes biliyor ki ülkemizde kitap bağışı ile ilgilenen, koordine eden “kurumsal” bir “merkez” var: ZEST

Bağış yapmak isteyenler ZEST’e bağış yapabileceklerini, kitap bağışına ihtiyaç duyanlar da ZEST’e müracaat ettiklerinde kitap bağışı alabileceklerini biliyorlar. Kitapları bu kadar seven, kitaplar ve kitapseverlerle hem de gönüllü ve ücretsiz olarak ilgilenen bir kurumun varlığı ülkemiz için bir zenginlik, kitapseverler için ise şanstır.

Ben bir kitapsever olarak ZEST çalışmalarını büyük takdir ve hayranlıkla seyrediyorum. Fakat biliyorum ki seyretmek yetmez! Destek vermek, katkı yapmak, bağış yapmak lazım. Ki bu çabalar ve çalışmalar daha fazla büyüsün, daha çok kişiye faydalı olsun; daha çok kişi kitaba kavuşsun; daha çok kişi kitapların ışığı ile aydınlansın.

Kitaplı aydınlık günler dileğiyle…

Nilgün Sarıca